Ölümün Kimyası
Ölümün Kimyası’ndan…
Bir an cep telefonumu başkasına verdiğime hayıflandım, sonra bavulumu yerden alıp yola doğru ilerledim. Yolda iki seçenek vardı, sola ya da sağa gitmek. Hiç tereddütsüz sola yöneldim. Sebebi yoktu. Birkaç yüz metre sonra, rengi atmış, tahtadan bir yol işaretinin olduğu bir kavşağa ulaştım. Tabela yan yatmış olduğundan sanki ıslak toprağın altında bir noktayı işaret ediyordu. Ama en azından, doğru yönde ilerlediğimi söylüyordu.
Nihayet köye vardığımda hava kararmak üzereydi. Yürürken yanımdan bir iki araba geçti ama durmadılar. Onlar dışında gördüğüm ilk yaşam belirtisi, birbirlerinden uzak ve yoldan epeyce içeride kalan birkaç çiftlikti. Sonra grileşen havada ileride bit kilisenin kulesini gördüm, yarısı sanki çayıra gömülü gibi görünüyordu. Buralarda kaldırım vardı. Her ne kadar dar ve yağmurdan kayganlaşmış olsa da, tren istasyonundan beri yürüdüğüm yol kenarındaki çimenlikten ve çalı çitlerin arasından daha iyiydi. Yol bir kez daha kıvrıldığında, tesadüfen karşınıza çıkana kadar neredeyse gizlenmiş halde duran köy gözünüzün önüne seriliyordu.
Pek de kartpostallardakı köylere benzemiyordu, içinde çok fazla yaşanılmış, çok fazla yayılmış hali, İngiliz köyü imgesiyle uyumsuzdu. Dış kesimlerinde savaş öncesinden kalma evler vardı, ama biraz ileride bunlar yerlerini duvarları iri çakmaktaşlarıyla döşeli taş kulübelere bıraktı. Köyün içlerine iyice yaklaştıkça evler yaşlandı, her adımım beni tarihte daha da geriye götürdü. Çiseleyen yağmurla cilalanan, bir araya toplanmış kulübeler yaşamsız pencerelerinden bana ifadesiz bir kuşkuyla bakıyordu.
Bir süre sonra yol kenarında kapalı dükkanlar belirdi, arkalarında ıslak akşam alacasına karışan daha başka evler vardı. Bir okulun, sonra bir birahanenin önünden geçip köy parkına ulaştım. Park nergislerle ışıl ışıldı; yağmur altında öne arkaya sallanırlarken çan şeklindeki sarı çiçekleri, sepya tonlarına bürünen dünyada insanı şok edecek kadar canlı renkteydi. Parkta bir kule gibi yükselen ihtiyar, devasa atkestanesi ağacının çıplak siyah dalları alabildiğine uzanıyordu.
Onun arkasında, yan yatmış, yosunlanmış mezar taşlarıyla dolu bir mezarlığın çevrelediği, kulesini yoldan gördüğüm Norman kilisesi vardı. Diğer eski yapılar gibi…