Kehribar Dürbün – Karanlık Cevher #3 / Philip Pullman

Kehribar DürbünKehribar Dürbün

Kehribar Dürbün’den…

Ormangülü fundalıklarının gölgelediği bir vadide, karın başladığı yerin yakınında, erimiş kar sularının süt beyazı çalkalandığı ve devasa çamların arasında kumruların, ketenkuşlarının uçuştuğu yerde, yukarıda sarp kayalıklar ve aşağıda kıpırtısız, ağır yapraklarca yarı gizlenmiş bir mağara vardı.

Orman seslerle doluydu: kayaların arasında akan dere, çam dallarındaki iğne yaprakların içinden esen rüzgar, böceklerin çıtırtıları, küçük orman memelilerinin bağırışları, kuş cıvıltıları… Zaman zaman güçlü bir esintiyle sedir ya da köknar dalları birbirine sürtünüyor, çello gibi inliyordu.

Her daim parlak ve benek benek güneş ışığı ile dolu olan bir yerdi; limoni altın sarısı ışınlar, kahverengi-yeşil gölgelerin arasından orman zeminine düşüyordu ve ışık asla durağan, asla değişmez değildi, çünkü ağaç tepelerinin arasından sık sık sis bulutları süzülüyor, gün ışığını süzerek sedef parıltısına dönüştürüyor, çam kozalaklarını bir nem tabakası ile kaplıyor, sis kalktığında da ışıldamalarını sağlıyordu. Bazen bulutlar yoğunlaşıyor, yarı sis, yarı yağmurdan oluşan minik damlalara dönüşüyor; damlalar düşmek yerine aşağı süzülüyor ve milyonlarca iğne yaprak arasından usulca, hışır hışır, pıtır pıtır yağıyordu.

Dereyi takip eden dar patika, vadinin eteklerindeki -birbirine sokulmuş çoban kulübelerinden ibaret olan- köyden vadinin tepesinden sarkan buzulun yakınındaki yarı yıkık mabede gidiyordu. Yüksek dağların kesintisiz rüzgarlarında solmuş ipek bayrakların dalgalandığı, dindar köylülerin arpa ekmekleri ve kuru çaylarla adak adadığı bir yer. Işığın tuhaf etkisi, buz ve buhar, vadinin başına daimi gökkuşakları sarıyordu.

Mağara patikanın biraz yukarısındaydı. Seneler önce burada kutsal bir adam yaşamış, tefekküre dalmış, oruç tutmuş, dua etmişti ve onun anısına, mağara kutsal sayılıyordu. Mağaranın derinliği dokuz metre kadardı ve zemini kuruydu; Bir ayı ya da kurt için kusursuz bir indi, ama senelerdir içinde kuşlarla yarasalardan başka hiçbir şey yaşamamıştı.

Ama girişe çömelip sivri kulaklarını dikmiş, kara gözleriyle sağı solu tarayan şekil ne kuştu ne de yarasa. Güneş altın rengi, parlak kürkünü ışıl ışıl aydınlatırken, o bir çam kozalağını evirip çeviriyor, ince parmaklarıyla pulları kırıyor, tatlı çam

LİNK

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir