Avalon’un Tüfekleri
Avalon’un Tüfekleri’nden…
Orada, kıyıda durup, “Hoş çakal, Kelebek,” dedim ve tekne usulca döndü, ardından burnunu derinliklere çevirdi. Cabra deniz fenerindeki rıhtıma geri dönmeyi başaracaktı, biliyordum, çünkü orası Gölge’ye yakındı.
Önümde uzun bir yürüyüşün beklediğinin farkında, arkamı döndüm, yakındaki ağaçların siyah hattına baktım. İlerledikçe gerekli ayarlamaları yaparak o yöne hareket ettim. Sessiz ormana bir şafak öncesi soğuğu çökmüştü, iyiydi bu.
Normal halimden hemen hemen yirmi beş kilo daha zayıftım ve hâlâ arada bir çift gördüğüm oluyordu ama iyileşiyordum. Amber’in zindanlarından kaçmış ve bir ölçüde kendimi toparlayabilmiştim; sırasıyla, kaçık Dworkin ve ayyaş Jopin’in yardımlarıyla. Şimdi kendime bir yer bulmak zorundaydım… Artık mevcut olmayan bir yere benzeyen bir yer. Yolu saptadım. İlerledim.
Bir süre sonra orada bulunması gereken, içi oyuk bir ağacın yanında durdum. İçine uzanıp gümüş kılıcımı aldım ve belime bağladım. Kılıcın Amber’de bir yerlerde olması hiçbir şey değiştirmezdi. Şu anda buradaydı, çünkü yürüdüğüm orman Gölge’nin içindeydi.
Birkaç saat boyunca yürümeye devam ettim, görünmeyen güneş sol omzumun gerisinde bir yerlerdeydi. Sonra bir süre dinlendim, ardından tekrar yola düştüm. Yaprakları, kalın ölü ağaç gövdelerini, canlılarını, çimeni, kara toprağı gördüm, güzeldi. Hayatın tüm küçük kokularını koklamak ve onun vızıldayan/uğuldayan/öten seslerini duymak güzeldi. Tanrım!
Gözlerim nasıl da kıymetliydi! Neredeyse dört yıllık karanlığı ardından onları geri almanın nasıl olduğunu tarife kelimeler kâfi gelmez. Hele özgürce yürümek…
Yola devam ettim, lime lime olmuş pelerinim sabah melteminde dalgalanıyordu. Kırış kırış yüzüm, ipince, zayıf bedenimle elli yaşını geçkin görünüyor olmalıydım. Kim olduğumu kim bilebilirdi ki?
Gölge’nin içinde yürüyüp bir yere doğru hareket ettim, ama oraya ulaşamadım. Biraz yufka yüreklileşmeye başladığımdan olsa gerekti bu. Olanlar şöyleydi:
Yolun kenarında yedi adama rastladım; altısı ölüydü, kıpkırmızı bir parçalanmışlığın çeşitli safhalarında yatıyorlardı.
Yedincisi ise sırtını yaşlı bir meşenin yosunlu gövdesine vermiş, yarı oturur konumdaydı. Kılıcını kucağına yatırmıştı ve sağ böğründe, hâlâ kan akmakta olan koca bir yara vardı. Zırh giymemişti, ama…