Alacakaranlık
Alacakaranlık’tan…
İki bin yıl sonra insanoğlunun ahlakı, âdetleri, duyguları ve tüm yaşamı tamamen değişmişti. İki bin yıl önce çeşitli dinlerin ve inançların insana vaat ettiği şeyi bilim gerçekleştirmişti. Susuzluk, açlık, aşk ve insanın diğer gereksinimleri giderilmiş, yaşlılık, hastalık ve çirkinlik insan tarafından mahkûm edilmişti. Aile yaşamı terk edilmişti ve bütün insanlar arı kovanına benzer çok katlı büyük binalarda yaşıyordu. Fakat bir sorun kalmıştı; dermansız bir dert. Bu da, amaçsız ve anlamsız yaşamanın verdiği yorgunluk ve bıkkınlıktı.
Susen’in yaygın ve bulaşıcı bir hastalık olan yaşam bezginliğinin yanı sıra bir rahatsızlığı daha vardı: Maneviyata eğilim göstermek. Kendisi de bunun ne olduğunu bilmiyor ama, yine de peşinden gidiyordu. Gün boyunca gökdelenin yirmi ikinci katındaki işliğinde didiniyor ve düşüncelerini heykellere döküyordu. Gönül rahatlığıyla çalışabilmek için dostlarından ve tanıdıklarından uzaktaki “Kanar” şehrini tercih etmişti özellikle. Çünkü o, düşüncelerle, maneviyatla iç içe kendi düşünceleri için yaşıyordu. Kendine özgü garip bir yaşam tarzıydı bu. Susen, her türlü keyif ve eğlenceyi kendinden uzaklaştırmıştı ve ciddiyetle işine eğiliyordu.
Bir gün gurup vaktine doğru Susen, üzerinde çalışmakta olduğu heykeli bırakıp stüdyosuna girdi. Metal kollu ince duvarı geri çekince odanın penceresi de geri geri gitti. Ruhsuz, duygusuz bir görünümü vardı Susen’in; yüzü ciddi, sevimli ve hareketsizdi. Mumdan yapılmış gibiydi adeta. Yukardan şehrin görünümü boğucu ve gizemliydi. Büyük, geniş, yüksek, dört köşe, dairevi ve çokgen biçimli, dümdüz camlardan yapılmış dağınık binalar yerden fışkırmış zehirli mantarları andırıyordu. Gizli projektörlerin ışığı altında hüzün verici ve katı görünüyorlardı.
Herhangi bir lamba görünmediği halde ışıl ışıldı şehir. Işığını güneşten alan ve birkaç parçaya bölünen hareketli ve aydınlık cadde Susen’in penceresinin tam karşısına düşen büyük gökdelenin duvar çizgisinden bir yay gibi yükseliyor, dönüyor, dönüyor ve öbür taraftan aşağı iniyordu. Burada enerjilerini radyoelektrik merkezlerinden alan çeşit çeşit otomatik elektrikli arabalar(1) çalışıyordu, önlerinde geldikleri şehrin işaretleri parlıyordu. Uzaklarda, ufukta, uyumsuz ve koyu renkler birbirine karışmıştı. Sanki ressamın biri…